17 Aralık 2013 Salı

Kuran'da Radon Elementi



Radon (Rn) elementi Kuran’ın indirilişinden asırlar sonra, 1900 yılında, Alman kimyager Friedrich E. Dorn tarafından bulunmuştur. Bu elemente doğada nadir olarak rastlanmaktadır. Radyoaktif bir element olan radon, ışın tedavilerinde de kullanılmaktadır.


rn


Rnarapca


* Ayetin başından “Rn” harflerine kadar geçen harf sayısı: 86

* “Rn” elementinin atom numarası: 86




Kuran'da Radon Elementi

16 Aralık 2013 Pazartesi

Arının Genetik Kodu



Canlıların genetik şifresi olan DNA’lar, kromozomlar üzerinde yer almaktadır. Örneğin Dünya’nın dört bir yanındaki arıların kromozom sayısı aynıdır ve değişmez. Genellikle hayvanların dişisinde ve erkeğinde eşit sayıda kromozom bulunmaktadır. Fakat arının durumu, diğerlerinden biraz farklıdır. Çünkü erkek arı 16 tek kromozoma, dişi arı 16 çift kromozoma sahiptir.(KAYNAK)


İşte arı bu açıdan -kromozom sayısı bakımından- farklıdır. Bu farklılığa Kuran’da Nahl Suresi’nde işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)


Kuran’da “arı” anlamına gelen “Nahl” isimli sure tam 16. suredir. Aynı şekilde arı da 16 kromozomlu bir canlıdır.




Arının Genetik Kodu

15 Aralık 2013 Pazar

Demirin Atom Numarası



Demir, Kuran’da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kuran’da, “Demir” anlamına gelen “Hadid” suresinde Allah şöyle buyurmaktadır:



… Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik… (Hadid Suresi, 25)


Ayette, demir için kullanılan “enzelna” yani “indirme” kelimesi, mecazi olarak insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, yağmur ve güneş ışınları için kullanılan “gökten fiziksel olarak indirme” şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin çok önemli bir bilimsel mucize içerdiği görülmektedir. Çünkü modern astronomik bulgular, Dünya’daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur.


Bununla birlikte Hadid Suresi, demir elementinin kimyasal sembolüne de işaret etmektedir. Çünkü bu surenin tam ortasındaki 15. ayetin Arapça okunuşu, “Fe” harfi ile başlamaktadır. Demir elementi de kimyada “Fe” olarak gösterilmektedir.



Aynı zamanda Kuran’ın 57. suresi olan “El-Hadid” kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri (ebcedi) hesaplandığında karşımıza çıkan rakam, sure numarası ile aynıdır: “57″ Sadece “hadid” kelimesinin sayısal değeri hesaplandığında ise elde ettiğimiz sayı 26′dır. 26 sayısı, periyodik cetvelde de görüldüğü gibi, demirin atom numarasıdır. Atom numarası, demir dahil tüm elementler için en önemli kavramdır. Herşeyin bilgisine sahip Rabbimiz’in vahyi olan Kuran’da, Hadid Suresi ile hem demirin oluşumuna hem de atom numarasına işaret edilmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)


El-Hadid Suresi Kuran’ın 57. suresidir, El-Hadid kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri de 57′dir.


Sadece “hadid” kelimesinin sayısal değeri 26′dır.


26 sayısı ise demirin atom numarasıdır.




Demirin Atom Numarası

Deniz ve Karaların Oranı



Kuran’da geçen “deniz” ve kara” kelimelerinin sayıca birbirlerine oranı, bugün modern bilimin tespit ettiği oranla birebir aynıdır. Kuran’ın indirildiği dönemde henüz kıtalar keşfedilmemişti ve kara-deniz oranının tespit edilmesi mümkün değildi. Amerika gibi büyük bir kara parçasının keşfedilmesi dahi, ancak 15. yüzyılda mümkün olmuştur.


“Kara” kelimesi Kuran’da 13 kere geçerken, “deniz” kelimesi 32 kere geçmektedir. Bu sayıların toplamı bize 45 sayısını verir. Eğer karaların Kuran’da bahsediliş sayısı olan 13′ü 45′e bölersek, %28,8888888889 buluruz. Denizlerin Kuran’da bahsediliş sayısı olan 32′yi 45′e böldüğümüz zaman ise, %71,1111111111 sayısını buluruz. Bu oranlar, gezegenimizdeki su ve kara parçalarının gerçek oranıdır.


Bu kelime tekrarlarıyla, Kuran’da Dünya’nın %71′inin denizler, %29′unun karalarla kaplı olduğuna işaret ediliyor olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) Bu orana günümüzde ancak, bilim adamlarının uydu fotoğrafları ve bilgisayar hesapları sayesinde ulaşılabilmektedir.



“Kara” kelimesinin Kuran’da geçiş sayısı = 13


“Deniz” kelimesinin Kuran’da geçiş sayısı = 32


Dünya üzerindeki karaların oranı = 13/45 = %29


Dünya üzerindeki denizlerin oranı = 32/45 = %71




Deniz ve Karaların Oranı

7 Aralık 2013 Cumartesi

Kandaki Oksitlenme





Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. (Mutaffifin Suresi, 14)



Mutaffifin Suresi’nin 14. ayetinde kalpler için kullanılan “pas tutma” ifadesi, kalpte gerçekleşen biokimyasal bir reaksiyona işaret ediyor olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) Pas bilindiği gibi, demirin oksijenle reaksiyona girmesi -okside olması- sonucu oluşur. Havadan aldığımız oksijen de, kandaki hemoglobinde bulunan demir sayesinde vücutta taşınır. Bu esnada oksijen, kandaki demir ile reaksiyona girer. Böylece insan vücudundaki kanda -dolayısıyla dolaşım sisteminin merkezi olan kalpte- sürekli olarak paslanmaya benzer bir reaksiyon oluşur.


Hatta vücuttaki demir fazlalığı, aynen paslanma benzeri oksitlenme yaparak, tüm vücut hücrelerinin erken yaşlanmasına neden olur.72 Vücutta aşırı demir birikmesi sonucu oluşan “hemokromatoz” hastalığında da, demir zehirli bir etki meydana getirerek, kalp, karaciğer gibi organların iflasına sebep olur. Bu olay, demirin oksitlenmesi sonucu oluştuğu için, organlarda “pas birikmesi” ya da organların “paslanması” olarak tarif edilir.(KAYNAK) Science News dergisinde Dr. Sharon McDonnell, demirin organları oluşturan hücreleri okside etmesini “Bu paslanmadır.” ifadesiyle tanımlamaktadır.(KAYNAK)



Bir başka kaynakta ise, bu hastalıkla ilgili şöyle aktarılmaktadır:



… Hemokromatozu olanlar demirin emilimini, organlarında depolayarak gerçekleştirirler. Zaman içerisinde bu, toksik miktarlarda birikerek, organların iflasına sebep olur; çünkü kelimenin gerçek anlamıyla paslanırlar.(KAYNAK)Deborah Weisberg


Vücuttaki demirin oksijenle reaksiyonunu -kandaki oksitlenmeyi- tespit edebilmek, ancak ileri düzeyde teknolojik donanıma sahip laboratuvarlarda mümkün olmaktadır. Kuran’da, bilimsel verilerle uyumlu böy­le bir benzetmenin yer alması, Kuran’ın indirildiği dönem düşünüldüğünde açık bir mucizedir. Ayrıca Kuran’da bunun gibi, modern bilimle uyum içinde sayısız bilginin yer alması, Kuran’ın herşeyin bilgisine sahip, herşeyi yaratan Rabbimiz’in vahyi olduğunun göstergelerinden biridir.




Kandaki Oksitlenme

5 Aralık 2013 Perşembe

Güneş Merkezli Sistem





Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp-örtüyor. Güneş’e ve Ay’a boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir ecele (süreye) kadar akıp gitmektedir. Haberin olsun; üstün ve güçlü olan, bağışlayan O’dur. (Zümer Suresi, 5)



Ayette, gece ve gündüzün oluşumu için Dünya’nın hareketi, kavuğun sarılmasında olduğu gibi, “yuvarlak bir cismi sarıp örtmek” anlamına gelen “tekvir” fiilinden türemiş “yukevviru” kelimesi ile tarif edilmektedir. Bu kelime Dünya’nın küresel şeklinin yanı sıra, Güneş’in etrafındaki hareketini de en doğru olarak ifade etmektedir. Dünya’nın küresel şekli ve kendi ekseni etrafında dönmesi nedeniyle, Güneş her zaman Dünya’nın bir tarafını aydınlatırken, diğer tarafı ise gölgede kalır. Gölgede kalan taraf geceleyin karanlık ile örtülür ve sonra Dünya’nın Güneş’e doğru dönmesiyle gündüz, gecenin yerini alır. Yasin Suresi’nde ise Güneş ve Ay’ın konumları ile ilgili şöyle bildirilmektedir:




Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. Ay’a gelince, Biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). Ne Güneş’in Ay’a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler. (Yasin Suresi, 38-40)




Yasin Suresi’nin 40. ayetinde Güneş ve Ay’ın hareketleri “yüzüp gitmek, akmak, gezmek” anlamlarına gelen Arapça “yesbahune” kelimesi ile tarif edilmektedir. Bu kelime bir kişinin kendi başına yaptığı hareket anlamına gelir. Bu fiili uygulayan bir kişi, başka bir kişi tarafından müdahale edilmeden kendi başına işine devam ediyor demektir. Yukarıdaki ayetlerde de Güneş’in hiçbir gök cismine bağlı olmayan evrendeki müstakil hareketine bir yönüyle dikkat çekiliyor olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) Güneş’in hareketini gözlerimizle görmemiz ya da takip etmemiz mümkün değildir. Bu hareketi tespit edebilmek, ancak özel teknolojik aletlerin kullanılmasıyla mümkündür. Güneş kendi ekseni etrafındaki 26 günlük turun yanı sıra, uzayda hiç durmaksızın -Yasin Suresi’nin 39. ayetinde belirtildiği şekilde- kendi yörüngesinde bir yolculuk yapmaktadır.


Ayette aynı zamanda Güneş’in Ay’a “erişip yetişmesine” izin verilmediği bildirilmiş, böylece Kuran’da gök bilimcilerin kendi terminolojileri ile Güneş ve Ay’ın aynı cisim etrafında dönmedikleri haber verilmiş­tir. Aynı zamanda ayette geceyi ve gündüzü oluşturan hareket ile, Güneş’in ve Ay’ın hareketi arasında da hiçbir bağlantı olmadığı açıklanmaktadır. (Doğrusunu Allah bilir.)


16. yüzyıla kadar bilim çevrelerinde Dün­ya’nın, evrenin merkezinde olduğu düşünülüyordu. Hatta bu görüş, eski Yunan’da geo (Dünya) ve centron (merkez) kelimelerinin biraraya gelmesiyle oluşan, “geo-santrik model” ismiyle adlandırılıyordu. Bu inanış, ünlü astronom Nicolaus Copernicus (Kopernik)’in 1543 yılında yayımladığı De Revolutionibus Orbium Coelestium (Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine) adlı eserinde, Dünya’nın ve diğer gezegenlerin Güneş’in etrafında döndükleri fikrini ortaya atmasıyla sorgulandı.


Fakat ancak 1610 yılında Galileo Galilei’nin teleskobuyla yaptığı gözlemler sonucunda, Dünya’nın aslında Güneş’in etrafında döndüğü bilimsel geçerlilik kazandı. Bu döneme kadar Güneş’in Dünya çevresinde döndüğüne inanıldığı için, dönemin bilginlerinin çoğu Copernicus’in kuramını kabul etmemişlerdi. Ünlü astonom Johannes Kepler’in gezegenlerin hareketlerini açıklayan görüşleriyle, 16. ve 17. yüzyıllarda helio-sentrik evren modeli geçerlilik kazandı. Helios (Güneş) ve kentron (merkez) kelimelerinin biraraya gelmesinden oluşan bu modelde, evrenin merkezinde Dünya değil Güneş mevcuttur. Diğer gök cisimleri Güneş etrafında hareket ederler. Oysa Kuran’da bu gerçek bundan 14 asır önce bildirilmiştir.



Antik Yunan gök bilimcilerden Claudius Ptolemeus (Batlamyus), evrenin merkezinin Dünya olduğunu söyleyerek, yüzyıllarca geçerli görülen Dünya-merkezli (geosantrik) evren düşüncelerine kaynaklık etmişti. Dolayısıyla Kuran’ın indirildiği dönemde, gece-gündüz oluşumunu Güneş’in hareketleriyle açıklayan yer merkezli kuramın yanlışlığı bilinmiyordu. Aksine bütün yıldız ve gezegenlerin Dünya’nın çevresinde döndükleri kabul ediliyordu. Dönemin bilim düşüncesine hakim yanlışlarına rağmen, Kuran’da günümüz bilimsel bilgileri ile uyum içinde pek çok ifade yer almıştır. Şems Suresi’nde ise şöyle bildirilmektedir:




Güneş’e ve onun parıltısına andolsun, onu izlediği zaman Ay’a, onu (Güneş) parıldattığı zaman gündüze, onu sarıp-örttüğü zaman geceye. (Şems Suresi, 1-4)



Yukarıdaki ayetlerde belirtildiği gibi gündüz, -Güneş’in parlaklığı- Dünya’nın hareketi ile meydana gelmektedir. Gece ile gündüzü oluşturan hareket Güneş’in hareketi değildir. Bir başka deyişle, geceye ve gündüze göreli olarak Güneş sabittir. Kuran’da bildirilenler, Dünya’nın sabit olup, Güneş’in onun etrafında döndüğü tezini savunanların iddialarını geçersiz kılmıştır. Kuran’ın zaman ve mekandan münezzeh olan, tüm ilim­lerin sahibi Rabbimiz’in Katından olduğu apaçık bir gerçektir. Bilim ve teknoloji geliştikçe Kuran ve bilim arasındaki uyumun örnekleri de, her geçen gün daha açık şekilde gözler önüne serilmektedir. Bir Kuran ayetinde şöyle buyrulmaktadır:




Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)





Güneş Merkezli Sistem

3 Aralık 2013 Salı

Suni Olarak Elde Edilemeyen Ağaç ve Ateş Mucizesi





Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını sizler mi inşa ettiniz (yarattınız), yoksa onu inşa eden Biz miyiz? Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu), hem ihtiyacı olanlara bir meta kıldık. Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et. (Vakıa Suresi, 71-74)



Ağacın yapısını meydana getiren temel kimyasal maddelerden biri “lignoselüloz“dur. Bu madde, oduna sağlamlığını kazandıran “lignin” ve “selüloz” denilen maddelerin karışımından oluşur. Ağacın kimyasal yapısı incelendiğinde %50 selüloz, %25 hemiselüloz ve %25 lignin maddelerinden meydana geldiği görülür. Bu maddelerin kimyasal formüllerine bakıldığında ise, oluşumlarında üç hayati kimyasal elemente rastlanır: Hidrojen, oksijen ve karbon.


wood


Hidrojen, oksijen ve karbon elementleri, doğadaki milyonlarca maddenin yapı taşlarıdır. Ancak bu üç temel element biraraya gelerek, Allah’ın bir mucizesi olarak bitkilerin yapısındaki “lignoselüloz”u meydana getirirler. Bilim adamları gerekli malzemelere sahip oldukları halde, bitkinin yapısındaki bu özel maddeyi üretemezler. Doğada bolca bulunan bu elementleri kolaylıkla temin edebilmelerine, üstelik önlerinde ağaç örneği olmasına rağmen, bilim adamları yapay yollarla bir parça odun dahi oluşturamazlar. Oysa ki etrafımızda gördüğümüz tüm ağaçlar, havada bulunan oksijen ve karbonu, su ve güneş ışığını birleştirerek, bu bileşimi yeryüzünde var olduklarından bu yana, milyonlarca yıldır sü­rekli hazırlamaktadırlar.


Diğer taraftan lignoselüloz maddesinin bileşenlerinden biri, H2O formülüyle ifade edilen sudur. Tahtanın içeriğinde oldukça fazla miktarda su olmasına rağmen, en kolay yanan malzemelerden olması çok özel bir durumdur. Yukarıdaki ayette ağacın insan tarafından yapılamayacağına, ateş yakılmasıyla birlikte dikkat çekilmesi de son derece hikmetlidir. Suyla birlikte sahip olduğu diğer bileşenler sayesinde ağaç, ateşin en önemli yakıtlarından biridir.


Bilim dünyasının önemli bir araştırma sahası olan ağaçlar, bilim adamlarına pek çok konuda ilham kaynağı olmakta ve yaratılışlarındaki detaylar halen anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ağacı meydana getiren hücrelerin karmaşık yapıları gelişen teknolojiye ve yoğun araştırmalara rağmen, henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Dünyanın önde gelen ormancılık araştırma merkezlerinden Büyük Britanya Ormancılık Komisyonu, “Odun Liflerinin Kimyası ve Yapısı Hakkındaki Bilgilerin Eksikliği” başlığı altında şu ifadelere yer vermektedir:



Önceki ve halen devam eden araştırmalarla sonuçlanan bilgilere rağmen, hala odun liflerinin kimyası ve yapısı hakkındaki bilgilerimiz eksiktir. Tek bir ağaçta -dalın içindeki özden ağaç kabuğuna, ağacın tabanın­dan tepesine- çok geniş çeşitlilik mevcuttur. Bir odun hücresinin yapısı ve kimyası çoğunlukla son derece farklıdır ve her zamanki tekniklerle araştırması güçtür.
(KAYNAK)Büyük Britanya Ormancılık Komisyonu


Plant Physiology (Bitki Fizyolojisi) adlı bir bilimsel yayında ise “Our Understanding of How Wood Develops is not Complete” (Odunun Nasıl Geliştiği Hakkındaki Anlayışımız Tam Değil) başlığı altında, bilim adamlarının konu hakkın­daki sınırlı bilgisi şöyle ifade edilmektedir:



Odunun, yakın geleceğimizde daha fazla önem taşıdığı düşünülürse, bu malzemenin oluşumuyla ilgili mevcut anlayışımızın çok eksik olduğunu söyleyebiliriz. Birkaç istisna dışında odun oluşumunun ardındaki, hücre seviyesinde moleküler ve gelişim süreçleri hakkında çok az şey bilinmektedir. “Xylogenesis” diye adlandırılan süreç, hücre farklılaşmasının inanılmaz bir komplekslikte gerçekleştiği bir örnektir… Hücre oluşumu, farklılaşması, programlanmış hücre ölümü ve sert kısmın oluşumuyla bağlantılı birçok yapısal genin birbiriyle koordineli olarak çalışmasını gerektirir ve son derece planlı bu gelişim, neredeyse hiç bilinmeyen düzenleyici genler tarafından yönetilir. Bu süreçte gen ailelerinin yer alması ve metabolizmanın aşırı derecede esnek olması, ağaç oluşumu sürecinin anlaşılmasını daha da zorlaştırmaktadır.
(KAYNAK)Plant Physiology


Annals of Botany (Botanik Yıllığı) adlı bir başka bilimsel yayında da odunun yaratılışındaki olağanüstülük şöyle vurgulanmaktadır:



Odunun oluşumu -köklerde, gövdede, ağaçların ve çalıların tepelerinde- inanılmaz çeşitlilikte metabolik aşamalar içeren, oldukça karmaşık bir süreçtir… Ağacın farklı amaçlar için kullanılabilecek bir hammadde olmasını sağlayan temel özellikler, büyük ölçüde hücre duvarlarının özel mimarisi ile belirlenir.
(KAYNAK)Annals of Botany


Ağacın yaratılışındaki bu detaylar, Allah’ın Vakıa Suresi’nde bildirdiği gibi, ağacın insan yapımı olamayacağını hatırlatmaktadır. İnsanlar tarafından suni olarak üretilmesi mümkün olmayan ağacın taklit edi­lemez yönlerinden sadece birkaç özelliği şöyledir:



Dayanıklı Bir Malzeme Olarak Tahta


Ağacın sert ve dayanıklı yapısı, yapısındaki selüloz lifler sayesinde oluşur. Çünkü selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. Tahtanın inşaatlarda kullanılmasını avantajlı kılan da selülozun bu özelliğidir. “Gerilebilen ve örneği bulunmayan” bir malzeme olarak tanımlanan selüloz, tahta binaların asırlarca ayakta durmasında, binaların, köprülerin, mobilyaların ve pek çok aletin yapımında diğer tüm malzemelerden daha fazla kullanılmaktadır.


Tahta, uç uca eklenmiş uzun, oyuk hücrelerin oluşturdukları paralel kolonlardan oluşmuştur. Çevrelerinde ise spiraller halinde “selüloz” lifler sarılıdır. Ayrıca bu hücreler kompleks polimer yapıdaki reçineden yapılmış bir madde olan “lignin” içindedir. Spiral olarak sarılmış bu tabakalar hücre duvarının toplam kalınlığının %80′ini oluşturur ve ana yükü çeken kısımdır. Bir tahta hücresi içe çöktüğünde, kendisini çevreleyen hücrelerden koparak darbenin enerjisini emer. Çöküntüler lifler boyunca uzun bir çatlak oluşturdukları halde, tahta bozulmadan kalır. Böylece tahta, kırık bile olsa belli bir miktardaki yükü taşıyabilecek güçte olur.


Düşük hızdaki darbelerin enerjisini emerek, oluşacak hasarı azaltması bakımından da, tahta önemli bir malzeme olarak görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın “Mosquito” olarak bilinen uçaklarının malzemesinde tahtanın kontrplak tabakaları arasında sıkıştırılmasıyla, o döneme kadarki en çok hasar tolere edebilen uçaklar yapılmıştır. Tahtanın sertliği ve dayanıklılığı, ona güvenli bir malzeme niteliği de kazandırmaktadır. Çünkü tahta kırılırken, çatlamanın gelişimi dışarıdan gözlenebilecek kadar yavaş bir kırılma sürecinde gerçekleşir ve bu özellik tedbir alınması için insanlara vakit kazandırmış olur.
(KAYNAK)


Tahtanın yapısı örnek alınarak yapılan bir malzeme, günümüzde kullanılan diğer sentetik malzemelerden 50 kat daha fazla dayanıklılık göstermektedir. Tahtanın bu özel yapısı günümüzde de, mermi ve bomba gibi yüksek hızlı ve tahribatı güçlü parçalara karşı koruma sağlamak için geliştirilen maddelerde taklit edilmektedir. Ancak hiçbir zaman bilim adamlarının tüm özellikleri ile bir odun parçasını taklit etmeleri mümkün olmamaktadır. Ağacın yaratılışındaki her detay -katmanların inceliği, sıklığı, damarların sayısı, dizilimi, içeriğindeki maddeler- bu dayanıklılığı sağlamak üzere özel olarak yaratılmıştır.



Yerçekimine Karşı Suyu Metrelerce Yukarı Taşıyan Hidrofor Sistemi


Ağacın odun kısmında “ksilem” (xylem) adı verilen kanalları bulunur. Odun boruları da denilen ksilem dokusu, cansız hücrelerin üst üste gelmesi ve bunların zamanla çekirdek ve sitoplazmalarını kaybetmeleriyle oluşur. Hücreler arasındaki enine zarlar eriyerek kaybolduğunda, ince bir boru şeklindeki odun boruları oluşur.


Toprağın derinliklerine dağılmış olan kökler, bitkinin ihtiyacı olan su ve mineralleri bu dokular vasıtasıyla yukarı doğru taşırlar ve yapraklara kadar ulaştırırlar. Köklerin topraktaki suyu emmesi adeta bir sondajlama tekniğini andırır. Köklerin suyu çekme işlemini başlatacak gücü sağlayan bir motoru yoktur. Suyu ve mineralleri metrelerce uzunluktaki gövdeye pompalayacak teknik donanımları da mevcut değildir. Ama kökler çok geniş bir alana yayılarak toprağın derinliklerindeki suyu çekebilirler.


Bitkinin kusursuz bir şekilde yerine getirdiği bu taşıma, aslında son derece karmaşık bir işlemdir. Öyle ki bu sistem, teknoloji ve uzay çağına eriştiğimiz günümüzde bile tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Ağaçlardaki, bir nevi “hidrofor sistemi”nin varlığı yaklaşık iki yüzyıl önce keşfedilmiştir. Ancak suyun yerçekimine aykırı bu hareketinin nasıl gerçekleştiğine kesin bir açıklama getirilebilmiş değildir. Böyle­sine küçük bir alana sığdırılmış olan üstün teknoloji, bu sistemi yaratan Rabbimiz’in benzersiz ilmini sergileyen örneklerden sadece biridir. Ağaçlardaki taşıma sistemlerini de evrendeki herşey gibi Allah yaratmıştır.



Topraktan Mineralleri Seçebilen Kökler:  Bitki Kökü


Bitkiler ihtiyaçları olan potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sülfür gibi tüm mineral besinlerini topraktan alırlar. Bu maddeler toprakta tek olarak bulunmadığı için, bitki bunları iyon (artı/eksi yüklü atom) olarak emer. Toprak çözeltisinde bulunan çok sayıdaki inorganik iyon arasından, bitkiler sadece ihtiyaçları olan 14 tanesini alırlar.


Bitki hücrelerinin kendi içlerindeki iyonların yoğunluğu, topraktaki iyonla­rın yoğunluğundan 1.000 kez daha fazladır.
(KAYNAK) Normal şartlar altında yüksek yoğunluktaki bir bölgeden, yoğunluğu daha az olan bölgeye doğru madde akışı gerçekleşir. Fakat köklerde görülen tam ters duruma rağmen, topraktaki iyonlar kök hücrelerinden kolaylıkla geçerler.
(KAYNAK)


Basınç sisteminin tersine işleyen bu durum dolayısıyla, pompalama işleminde bitki yüksek enerji harcar. Üstelik bitki köklerinin topraktan iyon alımında, sadece istenilen iyonları çeken ve istenmeyenleri geri iten bir tanıyıcı sisteme de olması gereklidir. Bu da kök hücrelerindeki iyon pompalarının sadece basit birer pompa olmadıklarını, iyonları seçme özelliğine de sahip olduklarını göstermektedir. Bitki kökünde yer alan hücrelerin, akıl ve şuurdan yoksun atom yığınları olduğu düşünülürse, iyon seçme işleminin ne denli olağanüstü bir olay olduğu daha iyi anlaşılacaktır.



Minyatür Fabrikadaki Üstün Teknoloji: Fotosentez


Ağacın sadece odun ya da kök kısmı değil, yaprakları da günümüz teknolojiyle dahi suni olarak elde edilememektedir. Yaprağı taklit edilemez kılan özelliklerinin başında hiç şüphesiz fotosentez yapabilme özelli­ği gelir. Bilim adamlarının halen tam olarak anlayamadıkları sistemlerden biri olan fotosentez olayı, bitkilerin kendi besinlerini kendilerinin üretmesi olarak da özetlenebilir. Bitki hücreleri güneş enerjisini doğrudan kullanabilen yapılar sayesinde, Güneş’ten gelen enerjiyi, karmaşık işlemler sonucunda insan ve hayvanların besin olarak kullanabileceği enerji halinde depolar. Ayrıca ağaçta depolanmış olan fotosentetik enerji, yanma esnasında da ortaya çıkar. Örneğin evinizi ısıtmak için yanan ağaçtan çıkan enerji, aslında ağacın oluşumu sırasındaki Güneş’ten gelen enerjidir.


Minyatür bir fabrika gibi işlev gören fotosentez sistemi, bitki hücresinde yer alan ve bitkiye yeşil rengini veren “kloroplast” adı verilen organelde gerçekleşir. Kloroplastlar, milimetrenin binde biri kadar büyüklüktedir, bu yüzden yalnızca mikroskopla gözlemlenebilirler. Güneş ışığı yaprağın üzerine düştüğünde yapraktaki tabakalar boyunca ilerler. Yaprak hücrelerindeki kloroplast organellerinin içindeki klorofiller bu ışığın enerjisini kimyasal enerjiye çevirir. Bu kimyasal enerjiyi elde eden bitki ise bunu hemen besin elde etmekte kullanır. Birkaç cümlede özetlenen bu bilgiyi bilim adamlarının elde etmeleri 20. yüz­yılın ortalarını bulmuştur. Fotosentez işlemini anlatmak için sayfalarca reaksiyon zincirleri yazılmaktadır. Fakat hala bu zincirlerde bilinmeyen halkalar mevcuttur. Oysa bitkiler yüz milyonlarca yıldır bu işlemleri hiç şaşmadan gerçekleştirip Dünya’ya oksijen ve besin sağlamaktadır.


leaf


Ağacı oluşturan tek bir hücrenin dahi suni yollarla oluşturulamaması, insanın ağacın ölü hücreleri karşısında elindeki tüm imkanlara rağmen aciz kalması, üstün bir Yaratıcı’nın varlığını gösterir. Ağaçların üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek özellikleri, bilim adamlarına ilham veren sayısız yönü, ağacın yaratılışındaki üstün ilmi ve aklı sergilemektedir. Ağaçta tecelli eden bu ilim ve akıl, herşeyi yaratan ve herşeyin Tek Hakimi olan Yüce Allah’a aittir.




Suni Olarak Elde Edilemeyen Ağaç ve Ateş Mucizesi

Kuran'da Radon Elementi



Radon (Rn) elementi Kuran’ın indirilişinden asırlar sonra, 1900 yılında, Alman kimyager Friedrich E. Dorn tarafından bulunmuştur. Bu elemente doğada nadir olarak rastlanmaktadır. Radyoaktif bir element olan radon, ışın tedavilerinde de kullanılmaktadır.


rn


Rnarapca


* Ayetin başından “Rn” harflerine kadar geçen harf sayısı: 86

* “Rn” elementinin atom numarası: 86




Kuran'da Radon Elementi
ReadmoreKuran'da Radon Elementi

Arının Genetik Kodu



Canlıların genetik şifresi olan DNA’lar, kromozomlar üzerinde yer almaktadır. Örneğin Dünya’nın dört bir yanındaki arıların kromozom sayısı aynıdır ve değişmez. Genellikle hayvanların dişisinde ve erkeğinde eşit sayıda kromozom bulunmaktadır. Fakat arının durumu, diğerlerinden biraz farklıdır. Çünkü erkek arı 16 tek kromozoma, dişi arı 16 çift kromozoma sahiptir.(KAYNAK)


İşte arı bu açıdan -kromozom sayısı bakımından- farklıdır. Bu farklılığa Kuran’da Nahl Suresi’nde işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)


Kuran’da “arı” anlamına gelen “Nahl” isimli sure tam 16. suredir. Aynı şekilde arı da 16 kromozomlu bir canlıdır.




Arının Genetik Kodu
ReadmoreArının Genetik Kodu

Demirin Atom Numarası



Demir, Kuran’da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kuran’da, “Demir” anlamına gelen “Hadid” suresinde Allah şöyle buyurmaktadır:



… Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik… (Hadid Suresi, 25)


Ayette, demir için kullanılan “enzelna” yani “indirme” kelimesi, mecazi olarak insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, yağmur ve güneş ışınları için kullanılan “gökten fiziksel olarak indirme” şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin çok önemli bir bilimsel mucize içerdiği görülmektedir. Çünkü modern astronomik bulgular, Dünya’daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur.


Bununla birlikte Hadid Suresi, demir elementinin kimyasal sembolüne de işaret etmektedir. Çünkü bu surenin tam ortasındaki 15. ayetin Arapça okunuşu, “Fe” harfi ile başlamaktadır. Demir elementi de kimyada “Fe” olarak gösterilmektedir.



Aynı zamanda Kuran’ın 57. suresi olan “El-Hadid” kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri (ebcedi) hesaplandığında karşımıza çıkan rakam, sure numarası ile aynıdır: “57″ Sadece “hadid” kelimesinin sayısal değeri hesaplandığında ise elde ettiğimiz sayı 26′dır. 26 sayısı, periyodik cetvelde de görüldüğü gibi, demirin atom numarasıdır. Atom numarası, demir dahil tüm elementler için en önemli kavramdır. Herşeyin bilgisine sahip Rabbimiz’in vahyi olan Kuran’da, Hadid Suresi ile hem demirin oluşumuna hem de atom numarasına işaret edilmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)


El-Hadid Suresi Kuran’ın 57. suresidir, El-Hadid kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri de 57′dir.


Sadece “hadid” kelimesinin sayısal değeri 26′dır.


26 sayısı ise demirin atom numarasıdır.




Demirin Atom Numarası
ReadmoreDemirin Atom Numarası

Deniz ve Karaların Oranı



Kuran’da geçen “deniz” ve kara” kelimelerinin sayıca birbirlerine oranı, bugün modern bilimin tespit ettiği oranla birebir aynıdır. Kuran’ın indirildiği dönemde henüz kıtalar keşfedilmemişti ve kara-deniz oranının tespit edilmesi mümkün değildi. Amerika gibi büyük bir kara parçasının keşfedilmesi dahi, ancak 15. yüzyılda mümkün olmuştur.


“Kara” kelimesi Kuran’da 13 kere geçerken, “deniz” kelimesi 32 kere geçmektedir. Bu sayıların toplamı bize 45 sayısını verir. Eğer karaların Kuran’da bahsediliş sayısı olan 13′ü 45′e bölersek, %28,8888888889 buluruz. Denizlerin Kuran’da bahsediliş sayısı olan 32′yi 45′e böldüğümüz zaman ise, %71,1111111111 sayısını buluruz. Bu oranlar, gezegenimizdeki su ve kara parçalarının gerçek oranıdır.


Bu kelime tekrarlarıyla, Kuran’da Dünya’nın %71′inin denizler, %29′unun karalarla kaplı olduğuna işaret ediliyor olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) Bu orana günümüzde ancak, bilim adamlarının uydu fotoğrafları ve bilgisayar hesapları sayesinde ulaşılabilmektedir.



“Kara” kelimesinin Kuran’da geçiş sayısı = 13


“Deniz” kelimesinin Kuran’da geçiş sayısı = 32


Dünya üzerindeki karaların oranı = 13/45 = %29


Dünya üzerindeki denizlerin oranı = 32/45 = %71




Deniz ve Karaların Oranı
ReadmoreDeniz ve Karaların Oranı

Kandaki Oksitlenme





Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. (Mutaffifin Suresi, 14)



Mutaffifin Suresi’nin 14. ayetinde kalpler için kullanılan “pas tutma” ifadesi, kalpte gerçekleşen biokimyasal bir reaksiyona işaret ediyor olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) Pas bilindiği gibi, demirin oksijenle reaksiyona girmesi -okside olması- sonucu oluşur. Havadan aldığımız oksijen de, kandaki hemoglobinde bulunan demir sayesinde vücutta taşınır. Bu esnada oksijen, kandaki demir ile reaksiyona girer. Böylece insan vücudundaki kanda -dolayısıyla dolaşım sisteminin merkezi olan kalpte- sürekli olarak paslanmaya benzer bir reaksiyon oluşur.


Hatta vücuttaki demir fazlalığı, aynen paslanma benzeri oksitlenme yaparak, tüm vücut hücrelerinin erken yaşlanmasına neden olur.72 Vücutta aşırı demir birikmesi sonucu oluşan “hemokromatoz” hastalığında da, demir zehirli bir etki meydana getirerek, kalp, karaciğer gibi organların iflasına sebep olur. Bu olay, demirin oksitlenmesi sonucu oluştuğu için, organlarda “pas birikmesi” ya da organların “paslanması” olarak tarif edilir.(KAYNAK) Science News dergisinde Dr. Sharon McDonnell, demirin organları oluşturan hücreleri okside etmesini “Bu paslanmadır.” ifadesiyle tanımlamaktadır.(KAYNAK)



Bir başka kaynakta ise, bu hastalıkla ilgili şöyle aktarılmaktadır:



… Hemokromatozu olanlar demirin emilimini, organlarında depolayarak gerçekleştirirler. Zaman içerisinde bu, toksik miktarlarda birikerek, organların iflasına sebep olur; çünkü kelimenin gerçek anlamıyla paslanırlar.(KAYNAK)Deborah Weisberg


Vücuttaki demirin oksijenle reaksiyonunu -kandaki oksitlenmeyi- tespit edebilmek, ancak ileri düzeyde teknolojik donanıma sahip laboratuvarlarda mümkün olmaktadır. Kuran’da, bilimsel verilerle uyumlu böy­le bir benzetmenin yer alması, Kuran’ın indirildiği dönem düşünüldüğünde açık bir mucizedir. Ayrıca Kuran’da bunun gibi, modern bilimle uyum içinde sayısız bilginin yer alması, Kuran’ın herşeyin bilgisine sahip, herşeyi yaratan Rabbimiz’in vahyi olduğunun göstergelerinden biridir.




Kandaki Oksitlenme
ReadmoreKandaki Oksitlenme

Güneş Merkezli Sistem





Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp-örtüyor. Güneş’e ve Ay’a boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir ecele (süreye) kadar akıp gitmektedir. Haberin olsun; üstün ve güçlü olan, bağışlayan O’dur. (Zümer Suresi, 5)



Ayette, gece ve gündüzün oluşumu için Dünya’nın hareketi, kavuğun sarılmasında olduğu gibi, “yuvarlak bir cismi sarıp örtmek” anlamına gelen “tekvir” fiilinden türemiş “yukevviru” kelimesi ile tarif edilmektedir. Bu kelime Dünya’nın küresel şeklinin yanı sıra, Güneş’in etrafındaki hareketini de en doğru olarak ifade etmektedir. Dünya’nın küresel şekli ve kendi ekseni etrafında dönmesi nedeniyle, Güneş her zaman Dünya’nın bir tarafını aydınlatırken, diğer tarafı ise gölgede kalır. Gölgede kalan taraf geceleyin karanlık ile örtülür ve sonra Dünya’nın Güneş’e doğru dönmesiyle gündüz, gecenin yerini alır. Yasin Suresi’nde ise Güneş ve Ay’ın konumları ile ilgili şöyle bildirilmektedir:




Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir. Ay’a gelince, Biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). Ne Güneş’in Ay’a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler. (Yasin Suresi, 38-40)




Yasin Suresi’nin 40. ayetinde Güneş ve Ay’ın hareketleri “yüzüp gitmek, akmak, gezmek” anlamlarına gelen Arapça “yesbahune” kelimesi ile tarif edilmektedir. Bu kelime bir kişinin kendi başına yaptığı hareket anlamına gelir. Bu fiili uygulayan bir kişi, başka bir kişi tarafından müdahale edilmeden kendi başına işine devam ediyor demektir. Yukarıdaki ayetlerde de Güneş’in hiçbir gök cismine bağlı olmayan evrendeki müstakil hareketine bir yönüyle dikkat çekiliyor olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) Güneş’in hareketini gözlerimizle görmemiz ya da takip etmemiz mümkün değildir. Bu hareketi tespit edebilmek, ancak özel teknolojik aletlerin kullanılmasıyla mümkündür. Güneş kendi ekseni etrafındaki 26 günlük turun yanı sıra, uzayda hiç durmaksızın -Yasin Suresi’nin 39. ayetinde belirtildiği şekilde- kendi yörüngesinde bir yolculuk yapmaktadır.


Ayette aynı zamanda Güneş’in Ay’a “erişip yetişmesine” izin verilmediği bildirilmiş, böylece Kuran’da gök bilimcilerin kendi terminolojileri ile Güneş ve Ay’ın aynı cisim etrafında dönmedikleri haber verilmiş­tir. Aynı zamanda ayette geceyi ve gündüzü oluşturan hareket ile, Güneş’in ve Ay’ın hareketi arasında da hiçbir bağlantı olmadığı açıklanmaktadır. (Doğrusunu Allah bilir.)


16. yüzyıla kadar bilim çevrelerinde Dün­ya’nın, evrenin merkezinde olduğu düşünülüyordu. Hatta bu görüş, eski Yunan’da geo (Dünya) ve centron (merkez) kelimelerinin biraraya gelmesiyle oluşan, “geo-santrik model” ismiyle adlandırılıyordu. Bu inanış, ünlü astronom Nicolaus Copernicus (Kopernik)’in 1543 yılında yayımladığı De Revolutionibus Orbium Coelestium (Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine) adlı eserinde, Dünya’nın ve diğer gezegenlerin Güneş’in etrafında döndükleri fikrini ortaya atmasıyla sorgulandı.


Fakat ancak 1610 yılında Galileo Galilei’nin teleskobuyla yaptığı gözlemler sonucunda, Dünya’nın aslında Güneş’in etrafında döndüğü bilimsel geçerlilik kazandı. Bu döneme kadar Güneş’in Dünya çevresinde döndüğüne inanıldığı için, dönemin bilginlerinin çoğu Copernicus’in kuramını kabul etmemişlerdi. Ünlü astonom Johannes Kepler’in gezegenlerin hareketlerini açıklayan görüşleriyle, 16. ve 17. yüzyıllarda helio-sentrik evren modeli geçerlilik kazandı. Helios (Güneş) ve kentron (merkez) kelimelerinin biraraya gelmesinden oluşan bu modelde, evrenin merkezinde Dünya değil Güneş mevcuttur. Diğer gök cisimleri Güneş etrafında hareket ederler. Oysa Kuran’da bu gerçek bundan 14 asır önce bildirilmiştir.



Antik Yunan gök bilimcilerden Claudius Ptolemeus (Batlamyus), evrenin merkezinin Dünya olduğunu söyleyerek, yüzyıllarca geçerli görülen Dünya-merkezli (geosantrik) evren düşüncelerine kaynaklık etmişti. Dolayısıyla Kuran’ın indirildiği dönemde, gece-gündüz oluşumunu Güneş’in hareketleriyle açıklayan yer merkezli kuramın yanlışlığı bilinmiyordu. Aksine bütün yıldız ve gezegenlerin Dünya’nın çevresinde döndükleri kabul ediliyordu. Dönemin bilim düşüncesine hakim yanlışlarına rağmen, Kuran’da günümüz bilimsel bilgileri ile uyum içinde pek çok ifade yer almıştır. Şems Suresi’nde ise şöyle bildirilmektedir:




Güneş’e ve onun parıltısına andolsun, onu izlediği zaman Ay’a, onu (Güneş) parıldattığı zaman gündüze, onu sarıp-örttüğü zaman geceye. (Şems Suresi, 1-4)



Yukarıdaki ayetlerde belirtildiği gibi gündüz, -Güneş’in parlaklığı- Dünya’nın hareketi ile meydana gelmektedir. Gece ile gündüzü oluşturan hareket Güneş’in hareketi değildir. Bir başka deyişle, geceye ve gündüze göreli olarak Güneş sabittir. Kuran’da bildirilenler, Dünya’nın sabit olup, Güneş’in onun etrafında döndüğü tezini savunanların iddialarını geçersiz kılmıştır. Kuran’ın zaman ve mekandan münezzeh olan, tüm ilim­lerin sahibi Rabbimiz’in Katından olduğu apaçık bir gerçektir. Bilim ve teknoloji geliştikçe Kuran ve bilim arasındaki uyumun örnekleri de, her geçen gün daha açık şekilde gözler önüne serilmektedir. Bir Kuran ayetinde şöyle buyrulmaktadır:




Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)





Güneş Merkezli Sistem
ReadmoreGüneş Merkezli Sistem

Suni Olarak Elde Edilemeyen Ağaç ve Ateş Mucizesi





Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını sizler mi inşa ettiniz (yarattınız), yoksa onu inşa eden Biz miyiz? Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu), hem ihtiyacı olanlara bir meta kıldık. Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et. (Vakıa Suresi, 71-74)



Ağacın yapısını meydana getiren temel kimyasal maddelerden biri “lignoselüloz“dur. Bu madde, oduna sağlamlığını kazandıran “lignin” ve “selüloz” denilen maddelerin karışımından oluşur. Ağacın kimyasal yapısı incelendiğinde %50 selüloz, %25 hemiselüloz ve %25 lignin maddelerinden meydana geldiği görülür. Bu maddelerin kimyasal formüllerine bakıldığında ise, oluşumlarında üç hayati kimyasal elemente rastlanır: Hidrojen, oksijen ve karbon.


wood


Hidrojen, oksijen ve karbon elementleri, doğadaki milyonlarca maddenin yapı taşlarıdır. Ancak bu üç temel element biraraya gelerek, Allah’ın bir mucizesi olarak bitkilerin yapısındaki “lignoselüloz”u meydana getirirler. Bilim adamları gerekli malzemelere sahip oldukları halde, bitkinin yapısındaki bu özel maddeyi üretemezler. Doğada bolca bulunan bu elementleri kolaylıkla temin edebilmelerine, üstelik önlerinde ağaç örneği olmasına rağmen, bilim adamları yapay yollarla bir parça odun dahi oluşturamazlar. Oysa ki etrafımızda gördüğümüz tüm ağaçlar, havada bulunan oksijen ve karbonu, su ve güneş ışığını birleştirerek, bu bileşimi yeryüzünde var olduklarından bu yana, milyonlarca yıldır sü­rekli hazırlamaktadırlar.


Diğer taraftan lignoselüloz maddesinin bileşenlerinden biri, H2O formülüyle ifade edilen sudur. Tahtanın içeriğinde oldukça fazla miktarda su olmasına rağmen, en kolay yanan malzemelerden olması çok özel bir durumdur. Yukarıdaki ayette ağacın insan tarafından yapılamayacağına, ateş yakılmasıyla birlikte dikkat çekilmesi de son derece hikmetlidir. Suyla birlikte sahip olduğu diğer bileşenler sayesinde ağaç, ateşin en önemli yakıtlarından biridir.


Bilim dünyasının önemli bir araştırma sahası olan ağaçlar, bilim adamlarına pek çok konuda ilham kaynağı olmakta ve yaratılışlarındaki detaylar halen anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ağacı meydana getiren hücrelerin karmaşık yapıları gelişen teknolojiye ve yoğun araştırmalara rağmen, henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Dünyanın önde gelen ormancılık araştırma merkezlerinden Büyük Britanya Ormancılık Komisyonu, “Odun Liflerinin Kimyası ve Yapısı Hakkındaki Bilgilerin Eksikliği” başlığı altında şu ifadelere yer vermektedir:



Önceki ve halen devam eden araştırmalarla sonuçlanan bilgilere rağmen, hala odun liflerinin kimyası ve yapısı hakkındaki bilgilerimiz eksiktir. Tek bir ağaçta -dalın içindeki özden ağaç kabuğuna, ağacın tabanın­dan tepesine- çok geniş çeşitlilik mevcuttur. Bir odun hücresinin yapısı ve kimyası çoğunlukla son derece farklıdır ve her zamanki tekniklerle araştırması güçtür.
(KAYNAK)Büyük Britanya Ormancılık Komisyonu


Plant Physiology (Bitki Fizyolojisi) adlı bir bilimsel yayında ise “Our Understanding of How Wood Develops is not Complete” (Odunun Nasıl Geliştiği Hakkındaki Anlayışımız Tam Değil) başlığı altında, bilim adamlarının konu hakkın­daki sınırlı bilgisi şöyle ifade edilmektedir:



Odunun, yakın geleceğimizde daha fazla önem taşıdığı düşünülürse, bu malzemenin oluşumuyla ilgili mevcut anlayışımızın çok eksik olduğunu söyleyebiliriz. Birkaç istisna dışında odun oluşumunun ardındaki, hücre seviyesinde moleküler ve gelişim süreçleri hakkında çok az şey bilinmektedir. “Xylogenesis” diye adlandırılan süreç, hücre farklılaşmasının inanılmaz bir komplekslikte gerçekleştiği bir örnektir… Hücre oluşumu, farklılaşması, programlanmış hücre ölümü ve sert kısmın oluşumuyla bağlantılı birçok yapısal genin birbiriyle koordineli olarak çalışmasını gerektirir ve son derece planlı bu gelişim, neredeyse hiç bilinmeyen düzenleyici genler tarafından yönetilir. Bu süreçte gen ailelerinin yer alması ve metabolizmanın aşırı derecede esnek olması, ağaç oluşumu sürecinin anlaşılmasını daha da zorlaştırmaktadır.
(KAYNAK)Plant Physiology


Annals of Botany (Botanik Yıllığı) adlı bir başka bilimsel yayında da odunun yaratılışındaki olağanüstülük şöyle vurgulanmaktadır:



Odunun oluşumu -köklerde, gövdede, ağaçların ve çalıların tepelerinde- inanılmaz çeşitlilikte metabolik aşamalar içeren, oldukça karmaşık bir süreçtir… Ağacın farklı amaçlar için kullanılabilecek bir hammadde olmasını sağlayan temel özellikler, büyük ölçüde hücre duvarlarının özel mimarisi ile belirlenir.
(KAYNAK)Annals of Botany


Ağacın yaratılışındaki bu detaylar, Allah’ın Vakıa Suresi’nde bildirdiği gibi, ağacın insan yapımı olamayacağını hatırlatmaktadır. İnsanlar tarafından suni olarak üretilmesi mümkün olmayan ağacın taklit edi­lemez yönlerinden sadece birkaç özelliği şöyledir:



Dayanıklı Bir Malzeme Olarak Tahta


Ağacın sert ve dayanıklı yapısı, yapısındaki selüloz lifler sayesinde oluşur. Çünkü selüloz, sert ve suda çözünemeyen bir maddedir. Tahtanın inşaatlarda kullanılmasını avantajlı kılan da selülozun bu özelliğidir. “Gerilebilen ve örneği bulunmayan” bir malzeme olarak tanımlanan selüloz, tahta binaların asırlarca ayakta durmasında, binaların, köprülerin, mobilyaların ve pek çok aletin yapımında diğer tüm malzemelerden daha fazla kullanılmaktadır.


Tahta, uç uca eklenmiş uzun, oyuk hücrelerin oluşturdukları paralel kolonlardan oluşmuştur. Çevrelerinde ise spiraller halinde “selüloz” lifler sarılıdır. Ayrıca bu hücreler kompleks polimer yapıdaki reçineden yapılmış bir madde olan “lignin” içindedir. Spiral olarak sarılmış bu tabakalar hücre duvarının toplam kalınlığının %80′ini oluşturur ve ana yükü çeken kısımdır. Bir tahta hücresi içe çöktüğünde, kendisini çevreleyen hücrelerden koparak darbenin enerjisini emer. Çöküntüler lifler boyunca uzun bir çatlak oluşturdukları halde, tahta bozulmadan kalır. Böylece tahta, kırık bile olsa belli bir miktardaki yükü taşıyabilecek güçte olur.


Düşük hızdaki darbelerin enerjisini emerek, oluşacak hasarı azaltması bakımından da, tahta önemli bir malzeme olarak görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın “Mosquito” olarak bilinen uçaklarının malzemesinde tahtanın kontrplak tabakaları arasında sıkıştırılmasıyla, o döneme kadarki en çok hasar tolere edebilen uçaklar yapılmıştır. Tahtanın sertliği ve dayanıklılığı, ona güvenli bir malzeme niteliği de kazandırmaktadır. Çünkü tahta kırılırken, çatlamanın gelişimi dışarıdan gözlenebilecek kadar yavaş bir kırılma sürecinde gerçekleşir ve bu özellik tedbir alınması için insanlara vakit kazandırmış olur.
(KAYNAK)


Tahtanın yapısı örnek alınarak yapılan bir malzeme, günümüzde kullanılan diğer sentetik malzemelerden 50 kat daha fazla dayanıklılık göstermektedir. Tahtanın bu özel yapısı günümüzde de, mermi ve bomba gibi yüksek hızlı ve tahribatı güçlü parçalara karşı koruma sağlamak için geliştirilen maddelerde taklit edilmektedir. Ancak hiçbir zaman bilim adamlarının tüm özellikleri ile bir odun parçasını taklit etmeleri mümkün olmamaktadır. Ağacın yaratılışındaki her detay -katmanların inceliği, sıklığı, damarların sayısı, dizilimi, içeriğindeki maddeler- bu dayanıklılığı sağlamak üzere özel olarak yaratılmıştır.



Yerçekimine Karşı Suyu Metrelerce Yukarı Taşıyan Hidrofor Sistemi


Ağacın odun kısmında “ksilem” (xylem) adı verilen kanalları bulunur. Odun boruları da denilen ksilem dokusu, cansız hücrelerin üst üste gelmesi ve bunların zamanla çekirdek ve sitoplazmalarını kaybetmeleriyle oluşur. Hücreler arasındaki enine zarlar eriyerek kaybolduğunda, ince bir boru şeklindeki odun boruları oluşur.


Toprağın derinliklerine dağılmış olan kökler, bitkinin ihtiyacı olan su ve mineralleri bu dokular vasıtasıyla yukarı doğru taşırlar ve yapraklara kadar ulaştırırlar. Köklerin topraktaki suyu emmesi adeta bir sondajlama tekniğini andırır. Köklerin suyu çekme işlemini başlatacak gücü sağlayan bir motoru yoktur. Suyu ve mineralleri metrelerce uzunluktaki gövdeye pompalayacak teknik donanımları da mevcut değildir. Ama kökler çok geniş bir alana yayılarak toprağın derinliklerindeki suyu çekebilirler.


Bitkinin kusursuz bir şekilde yerine getirdiği bu taşıma, aslında son derece karmaşık bir işlemdir. Öyle ki bu sistem, teknoloji ve uzay çağına eriştiğimiz günümüzde bile tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Ağaçlardaki, bir nevi “hidrofor sistemi”nin varlığı yaklaşık iki yüzyıl önce keşfedilmiştir. Ancak suyun yerçekimine aykırı bu hareketinin nasıl gerçekleştiğine kesin bir açıklama getirilebilmiş değildir. Böyle­sine küçük bir alana sığdırılmış olan üstün teknoloji, bu sistemi yaratan Rabbimiz’in benzersiz ilmini sergileyen örneklerden sadece biridir. Ağaçlardaki taşıma sistemlerini de evrendeki herşey gibi Allah yaratmıştır.



Topraktan Mineralleri Seçebilen Kökler:  Bitki Kökü


Bitkiler ihtiyaçları olan potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sülfür gibi tüm mineral besinlerini topraktan alırlar. Bu maddeler toprakta tek olarak bulunmadığı için, bitki bunları iyon (artı/eksi yüklü atom) olarak emer. Toprak çözeltisinde bulunan çok sayıdaki inorganik iyon arasından, bitkiler sadece ihtiyaçları olan 14 tanesini alırlar.


Bitki hücrelerinin kendi içlerindeki iyonların yoğunluğu, topraktaki iyonla­rın yoğunluğundan 1.000 kez daha fazladır.
(KAYNAK) Normal şartlar altında yüksek yoğunluktaki bir bölgeden, yoğunluğu daha az olan bölgeye doğru madde akışı gerçekleşir. Fakat köklerde görülen tam ters duruma rağmen, topraktaki iyonlar kök hücrelerinden kolaylıkla geçerler.
(KAYNAK)


Basınç sisteminin tersine işleyen bu durum dolayısıyla, pompalama işleminde bitki yüksek enerji harcar. Üstelik bitki köklerinin topraktan iyon alımında, sadece istenilen iyonları çeken ve istenmeyenleri geri iten bir tanıyıcı sisteme de olması gereklidir. Bu da kök hücrelerindeki iyon pompalarının sadece basit birer pompa olmadıklarını, iyonları seçme özelliğine de sahip olduklarını göstermektedir. Bitki kökünde yer alan hücrelerin, akıl ve şuurdan yoksun atom yığınları olduğu düşünülürse, iyon seçme işleminin ne denli olağanüstü bir olay olduğu daha iyi anlaşılacaktır.



Minyatür Fabrikadaki Üstün Teknoloji: Fotosentez


Ağacın sadece odun ya da kök kısmı değil, yaprakları da günümüz teknolojiyle dahi suni olarak elde edilememektedir. Yaprağı taklit edilemez kılan özelliklerinin başında hiç şüphesiz fotosentez yapabilme özelli­ği gelir. Bilim adamlarının halen tam olarak anlayamadıkları sistemlerden biri olan fotosentez olayı, bitkilerin kendi besinlerini kendilerinin üretmesi olarak da özetlenebilir. Bitki hücreleri güneş enerjisini doğrudan kullanabilen yapılar sayesinde, Güneş’ten gelen enerjiyi, karmaşık işlemler sonucunda insan ve hayvanların besin olarak kullanabileceği enerji halinde depolar. Ayrıca ağaçta depolanmış olan fotosentetik enerji, yanma esnasında da ortaya çıkar. Örneğin evinizi ısıtmak için yanan ağaçtan çıkan enerji, aslında ağacın oluşumu sırasındaki Güneş’ten gelen enerjidir.


Minyatür bir fabrika gibi işlev gören fotosentez sistemi, bitki hücresinde yer alan ve bitkiye yeşil rengini veren “kloroplast” adı verilen organelde gerçekleşir. Kloroplastlar, milimetrenin binde biri kadar büyüklüktedir, bu yüzden yalnızca mikroskopla gözlemlenebilirler. Güneş ışığı yaprağın üzerine düştüğünde yapraktaki tabakalar boyunca ilerler. Yaprak hücrelerindeki kloroplast organellerinin içindeki klorofiller bu ışığın enerjisini kimyasal enerjiye çevirir. Bu kimyasal enerjiyi elde eden bitki ise bunu hemen besin elde etmekte kullanır. Birkaç cümlede özetlenen bu bilgiyi bilim adamlarının elde etmeleri 20. yüz­yılın ortalarını bulmuştur. Fotosentez işlemini anlatmak için sayfalarca reaksiyon zincirleri yazılmaktadır. Fakat hala bu zincirlerde bilinmeyen halkalar mevcuttur. Oysa bitkiler yüz milyonlarca yıldır bu işlemleri hiç şaşmadan gerçekleştirip Dünya’ya oksijen ve besin sağlamaktadır.


leaf


Ağacı oluşturan tek bir hücrenin dahi suni yollarla oluşturulamaması, insanın ağacın ölü hücreleri karşısında elindeki tüm imkanlara rağmen aciz kalması, üstün bir Yaratıcı’nın varlığını gösterir. Ağaçların üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek özellikleri, bilim adamlarına ilham veren sayısız yönü, ağacın yaratılışındaki üstün ilmi ve aklı sergilemektedir. Ağaçta tecelli eden bu ilim ve akıl, herşeyi yaratan ve herşeyin Tek Hakimi olan Yüce Allah’a aittir.




Suni Olarak Elde Edilemeyen Ağaç ve Ateş Mucizesi
ReadmoreSuni Olarak Elde Edilemeyen Ağaç ve Ateş Mucizesi